Bir izci kampında, kampın müdürü denetim yapıyormuş. Minik bir izcinin, yatağının içinde, büyük bir şemsiye bulmuş.Oysa izci kampına şemsiye getirmek yasakmış. Kaşlarını çatan müdür, “Bu şemsiyeyi getirmemen gerektiğini biliyor olman lazım. Bu durumu nasıl izah edeceksin?” diye sormuş.
Minik izci, mahcup bir eda ile: “Efendim sizin bir anneniz var mı?” diye sormuş.
Bu hikâye biraz abartılı görünse de, biliriz ki, gerçek böyledir. Bu yüzden hepimizi gülümsetir.
Çocuk, annenin rahminde büyüyüp geliştiği için, anneler çocuğunu bir parçası gibi hisseder. Her ne kadar doğumdan sonra bedenler ayrılsa da, minnacık bebek koskoca yetişkin olsa da, anneler için, çocuğu daima kendisinin bir parçası olmaya devam ediyor. Yine aynı nedenle anne ile yavrusu arasında telepatik bir bağın olduğu ve bunun sürdüğü biliniyor. (Yapılan deneylerle, memeli hayvanların, kilometrelerce uzaktan yavrusunun acı çektiğini hissettiği kanıtlanmış.)
Annelik böyle, ya babalık nasıl bir şey?
Bu sorunun cevabını da Montaigne’in denemelerinden bakalım. ‘Babalar ve Oğullar’ başlığında; Babalarla çocuklar arasında doğal bağları hor gören filozoflar da çıkmıştır. Aristippos bunlardan biridir. Kendinden çıkmış çocuklarını nasıl olup da sevmediği söylenince: tükürmüş Aristoppos ve demiş ki; bu tükürük de benden çıktı; bitler, kurtlar da çıkıyor benden!
Bu filozof, çocukların oluşumunda, babanın rolünün tartışıldığı dönemlerde yaşamış olmalı.
Ebeveynlerin içinde, her ne kadar, çocuğunu döverek öldüren anneler olsa da, çocuğunu anneden daha çok seven babalar olsa da, genelde anneler çocuklarına daha yakın oluyorlar.
Annelik ve babalık; bir kutuptan diğer kutba geniş bir yelpaze gibi görünüyor. Çocuğa gelince; bu yelpazenin neresindeki ebeveynlere sahipse, o da onun şansı sanırım.
[author image=”https://www.kulecanbazi.com/wp-content/uploads/2014/11/huseyin-guducu.jpg” ]Hüseyin Güdücü
drguducu@hotmail.com[/author]