Tiyatrocu sevmeyenler,çamlıca gazozu ile kafayı çekiyordur şimdi. Bir kişi bir kişidir. “Delikanlı olan efendi gibi kendi gitsin, kalanında kökünü, topyekûn ben kazıyacağım”diyordur her yudumda.
Türkiye’nin belki de bir daha göremeyeceği kadar büyük bir oyuncuydu. Ayağı kayıp, hafif Edirne’nin biraz batısına düşse, Robert de Niro kimmiş. O kadardı işte. O kadar büyük.
Ne zaman, nerde, nasıl tanıdım? Hiç hatırlamıyorum. O hep vardı. Hep çok büyüktü sahnede. En devlerden daha dev. Bir o kadarda çocuktu kuliste. Bin yaşında bir çocuk. Şakasından bile öğrenirdik. Hayran kalırdık. Gülerdik ama öğrenirdik. Gülelim diye yapmazdı. Doğasında vardı bu.
Telefon rehberini bile oynayıp, güldürebilecek nitelikteydi. Birgün gelir, yazma kabızlığı çeken bir yazarın, daktilosundaki kağıdı oynardı. Daktilodan nasıl, çekilip fırlatıldığını anlatırdı. Erol ağabeyi görmezdik. O kağıttı çünkü. Başka bir gün askerlik anılarını anlatırken, Kars’ta eksi kırk derecede ağaç dibinde pisleyen eşeğin dışkısını oynadı. Karanlıktan korkardı. Askerde, tel örgü nöbetindeyken, karanlıktan nasıl korktuğunu anlattı bana. Yalnızlığından kurtulmak için, kulübenin kapısını aralayıp, kurtlara nasıl kurt taklidi yapıp, kurtlarla konuştuğunu anlattı.
Bir Ankara turnesine onun emekli olmak için yalvaran tosbağasıyla gittik. Araba Düzce rampasında kaldı. Günlerden Pazar. Düzce’nin tek oto tamircisi düğünde. Düğünden kaldırıp getirdiler. Adam halinden hiç hoşnut değil ama Erol ağabeyi seviyor, iki kasap havası arasına, tosbağanın baskı balatası sıkışmış. Yaptı, vardık Ankara’ya. Ertesi gün Kahraman Bakkal’da, bana:
-Bak şimdi seyret, komiserde o adamı oynayacağım… dedi. Şaşırdım kaldım. Antreden seyrediyorum. Rolü bozuyor değil. Taş gibi komiseri oynuyor ama aynı zamanda komiser o tamirci. Onun sahnede, benim antrede gülmekten gözlerimizden yaşlar geldi. Aynı anda seyirciye başka, kulise başka oynuyor. Oyunu bozuyor değil. İşe saygısızlık yok. Ama oynuyor adam. Kaç kez dinledim, Altan ağabey ile tiyatroya erkenden gelip, sofitalarda, mazgallarda dekmancılık oynama hikâyelerini. Öyle böyle değil. Oyun başlıyor, sahneye çıkıyorlar oyun hala devam. Kimse bir şeyin farkında değil. Bana hep şunu derdi:
-Biz çok şanslıyız ulan. Hem sabahtan akşama kadar oyun oynuyoruz, hem de üste para alıyoruz… Bin yaşında bir çocuk işte.
Ondan sadece oyunculuk mu öğrendik. Asla. Aynı zamanda çok sıkı bir hayat bilgisi öğretmeniydi. Tiyatronun sıkıntılı olduğu bir dönemde, yine saatlerce önceden tiyatroya gelip, sahneye bakıyordum. Çocuklar sahnede dekoru hazırlıyor. Öyle bakıyorum. Gözlerim nemli. Koltuklardan birinde oturuyorum. Bir el omzuma dokundu. Baktım Erol ağabey. Yavaşça ve ses etmeden arkamdaki koltuğa oturmuş, omzumu tutuyor. Usulca eğilip kulağıma, sanki beni uykumdan uyandırmak istemezmiş gibi,
-Şşşşt topla evlat. Biz bu acılı yolu bile isteye seçtik. Biz böyle mutluyuz. Akıllısın sen. Biliyorsun. Ne yapalım. Sahne kuma kabul etmez, dedi… Bana verdiği en güzel derslerden biridir.
İstemediği bir şey yaptığında, gönül almak için “çok adiyim değil mi ben” şeklinde uzattığı bir barış çubuğu vardı. Ama onu öyle güzel söyler ki, dayanamaz boynuna sarılırsınız, yanaklarını sıkarsınız. Tiyatroya geldiği ilk günden, aramıza ayrılık rüzgarı girene kadar, hep tepesindeydim onun. Şapkasını kaçırırım, kelini öperim, yanaklarını sıkarım. Bağırttırana kadar her şeyi yapardım. Münir Ağabey(Özkul) bana:
-Erol’un askerlik arkadaşı… derdi. Şimdi ona içim yarılarak şunları diyorum:
-N’aptın ihtiyar sen şimdi? N’ptın asker arkadaşım? Çocukluğumda vardın, gençliğimde vardın, orta yaşlılığımda da yanımdaydın. Şunun şurasında ne kaldı, efendi gibi gidiyordum. Niye beni yolcu etmedin. “Çok adisin” Erol abi…
[author image=”https://www.kulecanbazi.com/wp-content/uploads/2014/02/parkan-ozturan.jpg” ]Parkan Özturan
Tiyatro Sanatçısı[/author]