Bir zamanlar bir köylü ile bir yılan dost olmuş. Köylü yılana her gün bir tas süt götürür, yılan ise ona her gün bir altın verirmiş. Bu karşılıklı alışveriş uzunca bir süre devam etmiş. Köylü bir gün hastalanmış, her gün götürdüğü sütü götürecek hali yokmuş. Oğlunu çağırmış, durumu izah etmiş ve yılanın sütünü götürmesini istemiş.
Oğul babasının bahsettiği yere giderken, babasının aklına şaşmış. Her gün süt taşımaktansa, yılanı öldürüp içindeki tüm altınları almak en iyisi diye düşünmüş. Sütü babasının dediği yere bıraktıktan sonra yılanı beklemiş. Yılan sütü içmeye gelince balta ile saldırmış. Yılan bir hamle yapmış ama kuyruğunun kopmasına engel olamamış. Hemen karşı saldırıya geçerek oğlanı ısırmış ve oğlan oracıkta ölmüş.
Oğul gelmeyince, baba telaşlanmış. Bir gayretle kalkmış ve oğlunu gönderdiği yere varmış. Oğlunun ölmüş, yılanın da kuyruğunun kopmuş vaziyette acıyla kıvrandığını görmüş. Köylü adam evlat acısıyla, yılan da kuyruk acısıyla kala kalmışlar.
Bir zaman geçmiş, birbirlerine yeniden ihtiyaçları olduklarını anlamışlar. Çünkü yılan aç kalmış, köylü de altınsız. Tekrar bir araya gelmişler ve yine eskisi gibi dost olmaya karar vermişler. Köylü yine sütü götürmüş, yılanın verdiği altını almış. Bir kaç gün bu durum devam etmiş ama işin eski tadı yokmuş. Çünkü köylü, her gittiğinde yılanı görünce evladının acısını hissedermiş, yılan ise köylüyü gördüğünde kuyruk acısını. Köylü bakar ki bu durumu devam ettiremeyecek, yılana: “Kusura bakma, ben de evlat acısı, sen de kuyruk acısı varken biz asla dost olamayız. Birbirimizi gördüğümüzde hep bu acıyı yaşayacağız,” deyip ilişkiyi sona erdirmiş.
Bu hikâyede, mevcuda razı olmayıp, daha fazlasını isteyenlerin hüsrana uğrayacağı anlatılsa da, bir bakıma daha fazlasını istemek iyidir. Daha fazlasını isteyen insanlar yeni şeyleri aramışlar ve bulmuşlardır. İnsanlığın konforunu ve refahını artıran her şey -tekerlekten internete- daha fazlasını isteyenlerin sayesindedir.
İnsanın daha fazla konfor ve refah istemesi anlaşılır olsa da, duygusal tatminlerde daha fazlasını aramak, istenilen sonucu vermiyor. Şöyle ki; görmek, işitmek, koku duymak, tat almak, dokunmak gibi beş duyunun sağlıklı olmasının kıymetini ne kadar biliyoruz? Akli melekelerimizin yerinde olması, konuşabilmek, yürüyebilmek, okuyabilmek, yazabilmek gibi yeteneklerimizin harikalığından ne kadar haberdarız? Ya duygularımız; sevmek, sevilmek, âşık olmak, kızmak, sinirlenmek, umutlanmak, hırslanmak, üzülmek, gülmek, keyiflenmek, hedefe doğru yürümek, iştahla yemek yiyebilmek, ağrısız sancısız kaka ve idrar yapabilmek, karşı cinse ilgi duymak, seks yapmak gibi, muhteşem anların keyfinin ne kadar farkına varıyoruz?
İnsanı harikulade yapan bu yetilerinden bir tanesinin sekteye uğraması halinde, çekilecek ıstırabı bir hesap edersek, bunlara sahip olmanın mutluluğu bir insana yeter de artar bile. Hal böyleyken; her daim mutlu olmak, zevk alınan anları artırmak için suni davranışlar türetmek, keyif verici maddelere yönelmek, insan doğasına uygun değildir. Zaten sıkıntı denilen şey, insanın doğasından uzaklaşması değil de nedir?
Elimizde böyle bir doğal zenginlik varken, daha fazlasını aramak; galiba günde bir altına razı olmayıp, tüm altınlara sahip olma acemiliği ile ölüme gitmek olsa gerek.
[author image=”https://www.kulecanbazi.com/wp-content/uploads/2014/11/huseyin-guducu.jpg” ]Hüseyin Güdücü
drguducu@hotmail.com[/author]