Çin’de, kendisinin en büyük okçu olduğuna inanan, genç bir okçu, krala gider ve “Beni ülkenin en büyük okçusu ilan edin,” der. Kralın bir danışmanı, “Kralım, ormanda yaşayan bir okçu tanıyorum. En usta okçu odur. Bu adam, sanırım öyle bir usta tanımadığı için kendini en büyük sanıyor. Bu genç okçunun, o ustayı geçmesi lazım. Bunun için de, o okçudan üç yıl ders alması lazım. O usta, sen beni geçtin, artık en büyük sensin derse işte o zaman en büyük olabilir,” der. Kral danışmanına uyar ve okçuyu ormandaki ustanın yanına yollar.
Okçu ormana giderken, kendinden büyük usta olabileceğine pek inanmaz. Ustayı bulur. Bir süre sonra bu yaşlı adamın hakikaten kendinden daha büyük olduğunu görür. Üç yıl ondan ders alır. Bir gün, ‘her şeyi öğrendim artık, bu yaşlı ustayı öldürürsem, en büyük ben olurum,’ diye düşünür ve ustasına pusu kurar. Odun kesmeye giden yaşlı adam dönerken, gizlendiği bir ağacın arasından ustaya okunu atar. Yaşlı adam küçük bir tahta parçası alır ve oka doğru fırlatır. Tahta paçası oka çarpar ve ok geri dönerek genç okçuyu derin yaralar.
Yaşlı adam, genç okçunun vücudundan oku çıkarırken, “Bir gün bunu yapacağını biliyordum. Bu yüzden sana bu sırrı öğretmedim. Bir tek bu sırrı kendime sakladım. Ben sana rakip değilim, beni öldürmene gerek yoktu. Benim ustam hala hayatta ve 120 yaşında. O yaşadıkça ondan büyük okçu olamaz. O ormanın derinliklerinde yaşıyor. Onu bul ve üç yıl ondan ders al,” der.
Genç adam yola koyulur. ‘En büyük okçu olmak o kadar da kolay değilmiş,’ diye düşünür. Epey gittikten sonra çok yaşlı beli bükülmüş, ayakta dik durmayı dahi beceremeyen bir adam bulur. Ancak adamın yanında ok ve yay olmadığından, bu adamın aradığı usta olduğundan şüphelenir ve “En büyük okçu ustası sen misin?” diye sorar. “Evet” der yaşlı adam. “İyi de yayın ve okların nerede,” diye sorar genç adam. “Onlar oyuncak,” der yaşlı usta. “Onlar sadece öğrenmek için araçtır. Bir kez öğrendin mi, artık onlara ihtiyacın kalmaz,” diye devam eder.
“En büyük okçu olmak istiyorsan benimle gel,” der ve yola düşer yaşlı usta. Çok büyük bir uçurumun kenarına varırlar. En uçta bir kaya vardır. Usta gider oraya oturur. Ustanın oturduğu yer öylesine iğreti bir yerdir ki, en küçük bir rüzgârla uçuruma düşmek işten bile değildir. Yaşlı usta arkasını döner ve genç okçuyu yanına çağırır.
Genç adam ustanın yanına doğru gider, iki adım kala terlemeye, titremeye başlar. “O kadar yakına gelemem, ben ölümden korkuyorum,” der genç okçu. Bunun üzerine yaşlı usta son sözünü söyler: “Seni ölüm kokusundan tamamen kurtaracak bir usta bul. Ölüm korkusunu geride bırakmadan usta olamazsın!”
En büyük olmak isteyene, ustaların ustasının son sözü; ‘ölüm korkusunu geride bırakmadan en büyük olamazsın!’
Ölüm korkusu, bilindiği gibi var olan tüm korkuların ana kaynağıdır. Eğer korkunun kaynağı olmazsa, korku olmayacaktır.
Korku; insanın elini ayağını bağlayan, cesaretini kıran, her an tehlikeye karşı alarmda olmasını tembih eden, en ufak olumsuzlukları tehdit olarak algılanmasını sağlayan bir duygu. Korkan bir şahıs, tüm enerjisini, gücünü, kudretini korkuyu bertaraf etmeye harcayacaktır.
Korkuyu arkasında bırakmış bir insan düşünelim; tüm yüklerinden kurtulmuş, tüy kadar hafif, hatta yerçekiminden bile etkilenmiyormuş gibi olur. Bizim için hayal etmesi dahi zor olan böyle bir insanın önünde engel olabilir mi?
[author image=”https://www.kulecanbazi.com/wp-content/uploads/2014/11/huseyin-guducu.jpg” ]Hüseyin Güdücü
drguducu@hotmail.com[/author]